Bugün kendimizi sanata adayalım, beraberinde klasik müzikle ruhumuzu besleyelim dedik. Patates köfte de bi yere kadar sonuçta.
İki ay önce, bütün Ankara'yı saran billboardların gazına gelip aldım biletleri. Yapılan reklamlar, sanki sergiye gittiğinde resimlerin içinde gezecekmişsin, buğday tarlasındaki kargaların peşinden koşacakmışsın, hatta Arles'teki Yatak Odası adlı resmin içindeki sandalyede oturup iki soluklanabilcekmişsin hissi uyandırıyodu kafada. Hadi diyelim sandalyeye oturamadın, en azından Vincent'ın odasında dolanıyomuş gibi hissedecekti gidenler.
Her resim için olmasa bile en azından oda oda bikaç bölüm gezip, resimleri odanın içine muntazam bir şekilde yansıtılmış olarak inceliycektik hesapta.
Ama gel görki sayın seyirci madalyonun diğer yüzü hiç de öyle reklamlarda gösterdikleri gibi değildi. Sırf sizin için gittim ve yerinde gözlemledim.
Resimler, duvarlara kaplanmış brandamsı kumaşlara projeksiyon yardımıyla yansıtılmıştı. Sanki googledan aratılıp, gelen sonuçlardan en düşük çözünürlüklü olanlar seçilmiş ve onlar da metrelerce kolonlara yansıtılmıştı. Bu yüzdendirki hiçbir resme yaklaştığımızda tam olarak ne olduğunu anlayamıyor, sadece pikselleri sayabiliyoduk.
Etraftaki tek ışığın resimlerden geliyo olması güzeldi ama karanlık sebebiyle flaşları patlata patlata her resmin önünde poz vermeye çalışan insan modellerinin olması oldukça sinir bozucu oluyo sergi gezintisinin ilk saniyeleri itibariyle!
Hele bi teyze vardıki, tek tek üşenmeden bütün kolonları ve duvarları gezip, nerdeyse bütün eserlerin önünde kelle fotoğrafını çektirdi. Artık napacaksa ?!?!!?!? (bak mesela ben mekanın dışını kullandım poz vermek için, herkes memnun ben memnun:P)
Sonra, o cağnım resimlerin ortasından dumanı tüten trenler, fiti fiti dönen değirmenler geçirmiş, akıllarınca izleyiciler sıkılmasın diyerekten hareket katmışlar resimlere! Hangi akla hizmet adamın eserlerine kendilerinden bişeyler ekliyolarsa o da ayrı bi konu.
Bide girişteki bilet fiyatının biletixtekinden ucuz olması konusu varki o da apayrı bi tez konusu olabilir!
Özetle, bu dijital sergi olayı bana, hatta bize göre değilmiş(cümlenin içine her 30 saniyede bir oflayıp puflayan Erman'ı da dahil etme gereği duydum. Onu sergiye sürükleyerek hayalleriyle oynadım çünkü. Oda oda gezcez sanmış o da benim gibi, yazııııık :P).
Evde büyükçe bi duvar seçip, o duvarda kendi çapınızda bir power point gösterisi yaparak da üç aşağı beş yukarı buna benzer bişey elde edersiniz bence.
Tamam belki organizasyonu yerden yere vurdum ama nerden baksan 1 saat vakit geçirdim sergide. Tıpkı avantaj-dezavantaj konulu kompozisyonlarda olduğu gibi bu serginin de güzel yanları vardı. Sıra şimdi onlarda.
Fondaki müzik o kadar güzel, resimlerde kullanılan renkler o kadar enerji dolu, Vincent'ın kardeşi Theo'ya yazdığı mektuptan duvara yansıtılan kesitler o kadar etkileyiciydiki, cümleler arasındaki renklere olan aşırı takıntıyı çıkarırsak nerdeyse hepsi birer özlü söz gibiydi.
Bu da onlardan biri mesela:
"İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç."
Adam haklı arkadaşlar:)
Mesele bakmakta değil, baktığını görmekte. Misal benim gözümün önünde bugünkü teyzenin kafasından başka bişey yok, ya sizin gözünüzde ne var? :)
O zaman da hepinize klasik müzik yumuşaklığında bir hafta diler, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden falan filan:)
Kazak: Adl
Etek: Batik
Bot: Hunter
Çanta: Zara
Mont: Stradivarius
Şapka: LCW çocuk
Papyon: papyon diil toka o :)
Yorum Gönder