31 Aralık 2012 Pazartesi

Mim olsun, bizim olsun:)



Dedimki değişiklik olsun, 2012'ye ithafen bir mim yapiyim ben kendim bizzat.
Sonra dedimki önce ben sorup cevapliyim, sonra da bu yazıyı okuyan herkesin üzerinde psikolojik baskı yaratıp hepsini mimliyim, herkes blogunda bu soruları cevaplamak zorunda kalsın (blogu olmayanlar da sesli bi şekilde soruları cevaplasın:P)

İsim vermiyorum, hepiniz için geçerli bu mim :)
Hadi bakalım.


2012 SANA NE KATTI
2012 bana öncelikle helalinden bir 2 kilo kattı. Daha doğrusu bana değil elmacıklarıma ve kollarıma kattı.
Birbirinden tatlı, burda isimlerini tek tek vermeye kalkarsam kesin arada atlayacaklarım olacağından genel konuşmayı tercih ediyorum, birbirinden cana yakın ve bana yakın insanı hayatıma dahil ettim. Hey sen, evet seni kastediyorum şu an ^,^
Bitane, kelimenin tam anlamıyla nurtopu görünümlü, kafası pergelle çizildiğinden mütevellit top kafalı, ay yüzlü ve neşe küpü bir yeğenim oldu! 2012'nin hayatıma kattığı en güzel şeylerden biri oldu O 
Ha bide ikibin onüçe bir kala saçlarımın rengini değiştirmiş olmam da, girişimci ve cesur ruhuma çok şey kattı:) Görünce bakalım size neler katacak:P
2012 daha birsürü şey katmıştır aslında hayatıma, ama ne zamanki böyle parmak hesabı saymaya başlasam kitlenip kalıyorum. Eklemek istediğiniz, efendime söyliyim minikkuş aslında sende şöyle şöyle şeyler de oldu, onları da bu listeye ekleyebilirsin diyebileceğiniz şeyler varsa duymak isterim :)



YAPTIĞIN EN MANTIKLI ŞEY
O parfümü almakla çok iyi ettim yada iyiki de o elbiseyi indirimde kimseye kaptırmadan kasaya kadar götürdüm gibi gerçekten çok fazla enerji ve mantık gerektiren olaylar zincirini konunun dışında tutacak olursam, mantıklarıyla değil tamamen duygularıyla hareket eden ve ağzına kadar gelen lafı içinde tutamayan biri olduğumu da göz önünde bulundurursak, ilgili mecralara en güzel yollardan sokulmuş laflarım, gediğine oturtulmuş cevaplarımdır en mantığımı kullanarak yaptığım şeyler. Tabi sinirliyken aklına o an gelmeyip, aradan bi süre geçince "ulan keşke şunu da söyleseydim, o laf oraya çok yakışırdı" gibi bi takım pişmanlıklar da yaşanabiliyo, olsun, onlar da işin cilvesi. Hazır cevap da bi yere kadar sonuçta.
Ha ama bunun dışında, 
yaptığım tüm alışverişler (evet onların hepsi bana çok lazımdı, giycek hiçbişeyim yoktu çünkü:P), tattığım tüm yeni lezzetler, aldığım kararların hepsi olmasa da çoğu (bu kadar da alçakgönüllüyüm farkettiysen), keşfettiğim tüm yeni mekanlar, köyler kasabalar ve restoranlar, bana göre yaptığım en mantıklı girişimlerdi :)
Ayrıca,
"Yaptığın en mantıklı şey" kapsar "2012 sana ne kattı" :)


OLMASA DA OLURMUŞ DEDİĞİN ŞEY
Yaptığı en saçma şeylerden bile zevk almaya çalışan bi insanım neticede, o yüzden olmasa da olurmuş diyebilceğim pek bişey yok hayatımda. Çünkü bişey benim hayatımda yer alıyosa ben mutlaka bişey yaparım onunla:)
Ama son zamanlarda hırsımı nasıl çıkaracağımı bilemediğim, sinirimi yüzüne burnundan girip kafasının arkasından çıkaracak şekilde püskürtmek istediğim biri hatta birileri var. Hayvan sevmeyen ve hatta kendisine zarar vermediği, vermeyeceğini bildiği halde onlara zarar veren insanımsı tüm canlılar! İşte mesela bence onlar olmasa da olurmuş. Sadece 2012 için değil, bütün insanlık tarihi için söylüyorum. Verdikleri karbondioksit de dahil onların hiçbirşeyine evrenin ihtiyacı yoktur. Dünyaya tamamen birer tesadüf eseri gönderilmiş olan bu canlılar, bit pazarına bile nur yağsa değer görmeyecek birer eşya olarak düşünülebilir.
Doğanın bi düzeni var işte, her türlüsünden koymuşlar, maksat çeşitlilik olsun :)


SENİ EN MUTLU EDEN OLAY
Limonlu bir kurabiyenin bile tek başına beni sonsuz kere mutlu ettiğini düşünecek olursak, çok kolay mutlu olduğumu tahmin etmek pek zor değil aslında.
Aman sen de iyiki bi mim yaptın, kendini yere göğe sığdıramıyosun dediğinizi duyar gibiyim. Benim mimim değil mi kardeşim, istediğim gibi yazarım çizerim fırlatırım tutarım, alla allaaaaa:)
Ama bu sene de ekstra mutluluk sebebi biçok şey oldu hayatımda.
Yeğenim oldu (evet onu yukarda da söylemiştim hemen anladın, senden de hiçbişey kaçmıyo haaa:D)
Kolumu sallasam hamileye çarpacak seviyede hamile insanla doldu etrafım. Bu ne demek oluyo? 2012 üretim yılı oldu, 2013 de her türlü öpme olsun, koklama olsun, butlardan mıncırma olsun, ürünlerden maksimum faidelenme yılı olacak 
Ayrıca, aslında problem olmayan ama kafamda çok büyük soru işaretlerine sebep bikaç sıhhi pürüzden kurtuldum, bu da bi mutluluk sebebidir.

  
YAPTIĞIN EN SAÇMA ŞEY
Bi türlü uzatamadığım ve sürekli başıma dert olan perçemlerimi düşündükçe aklıma daha saçma bişey gelmiyo aslında. Aaa bi saniye, yine saçlardan gidicem ama bu diğerinden de saçma olacak söz veriyorum. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine saçlarıma zeytinyağını boca edişim ve kafamı streçle sarıp boynumdan aşağı doğru zeytinyağının süzülmesini seyrede seyrede, "olsun ama bittiği zaman saçlarım yumuşacık ve ışıl ışıl olacak" tesellileriyle 1 saat kafamda bekletişim, yaptığım en saçma ve gereksiz hareket olarak tarihe geçmeli bence. Eşek ne anlar hoşaftan hesabı, ben ne anlarım saç bakımından dedim zaten kendime düzenli olarak hergün, ta ki ortalama olarak bir ay sonra saçlarım zeytinyağından tamamen arınana kadar. Halbuki Erman'a olayı anlattığımda hemen teşhisi koymuştu. 
Ben: Kuşum biliyomusun bi arkadaşım zeytinyağlı kür yapmış saçına çok güzel olmuş. Saçları o kadar güzel parlamışki ohooooo görsen şaşırırsın. Bak ben de yaptım, olmuş mu?
Erman: canım o kadar yağı sürersen sağlıktan değil yağdan parlar bikere kafan :)

Evet çoğu kez sığ düşünüyolar, birşey bizim için ne kadar muhteşem ve büyüleyiciyse  onlar için de bir o kadar saçma ve gereksiz oluyo. Belki de biz herşeyi çok detaylı düşündüğümüz için bazen çok basit şeyleri göremiyoruz ve onlar o şeyleri tam bir bilge edasıyla yakalayıp yüzümüze çarpabiliyolar.
Böyle basit şeyleri de yakalayacak birilerine ihtiyaç var sonuçta. Onların da hayattaki rolleri buymuş meğerse :)

   
SENİ EN ÇOK GÜLDÜREN OLAY
Biz üç kardeş bir araya geldiğimiz zaman öyle eğlenir, öyle saçma şeylerden malzeme çıkarıp katıla katıla gülerizki, vereceğim örneklerle ayrı birkaç post çıkarırım ama hiç biriniz için bir şey ifade etmez çoğu, pffff bunlara mı gülüyosunuz dersiniz. Ve eminim hepinizin hayatında kardeşi, arkadaşı, eşi, mutlaka birileri vardır böyle şifreli şeylere güldüğü ve o şifreyi sadece ikisinin bildiği :)
Tabu XL oynarken yaşadığımız, şimdi detayına girsem size hiç komik gelmeyecek ama bende sabah uyandığımda 13456346 tane mekik çekmişim hissi uyandıran bir olay yüzünden biz 4 kişi saatlerce güldük, karnımıza ağrılar girdi, hatta üstünden neredeyse 1 yıl geçmesine rağmen hala hatırladıkça gülerim. Bu da böyle bi anımdır:)



  

ANAFİKİR
Bir 365 günün daha sonuna geldik bi şekilde.
Sevdiklerinizin dizinizin dibinde olmasa bile her an etrafınızda bi yerlerde olduğu,
yediğiniz içtiğiniz herşeyin, gezdiğiniz keşfettiğiniz her yerin sağlıkla ve aşkla hayatınızda iz bıraktığı,
ne kadar çok alırsanız alın, hiçbir zaman giyecek yeteri kadar kıyafetiniz olmayacağı için "dolabınızın dolup taştığı" yada "bol alışverişli" demiyorum dikkat ettiyseniz,
güneşin mümkünse bize kendini daha çok gösterdiği, yada hiç olmazsa "yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı"da geçen o ılık ve yağışlı kışla tanışma şerefine nail olduğumuz,
bol okumalı, yazmalı, karşınızdakini anlamalı, empati kurmalı, yaşayan bütün canlıları sevmeli, eğlenceli, komikli ve aklıma gelmeyen daha birsürü güzel şeyli bir yıl diliyorum herkeslere.

Bu yıl daha çok görüşelim bide 


Etek: Koton
Ayakkabı: Giovanni Giusti
Çanta: Zara
Güneş Gözlüğü: Zerouv



26 Aralık 2012 Çarşamba

Esra Ceyhan'a mektup!

Ben Püre'yi (bilmeyenler için evimizin biricik kedisi) evimize geldiği ilk günden beri KIZIMdiye seviyorum. 
Bir insanın diğer insanları sevme oranının, hayvan sevgisiyle doğru orantılı olduğunu biliyor muydunuz? Onlar öyle art niyetsiz, öyle saf severlerki sizi, öyle alışırlarki ev dedigimiz o dört duvar arasında sizinle yaşamaya, öyle ezberlerlerki neyi sevip sevmediğinizi, bütün bunları o minicik halleriyle nasıl yapıyolar diye en büyük şaşkınlıkları yaşarsınız!
Çok sevdiğiniz biriyle tartıştığınızı düşünün. Üzüleceğinizi bile bile üstünüze gelmez mi o an sizi daha çok üzmek için? Yada en mutlu anınızda gelip çok kötü bişey söyleyerek bütün keyfinizi kaçıran insanlarla karşılaşmadınız mı hiç?
Tamam evet hepiniz aşırı mutlusunuz, herşey güllük gülistanlık evet, haklısınız. Ama şimdi biraz gerçekçi olun!
Hangi insan evladı sen ona kızsan da bağırsan da yine gelip gözlerinin içine bakarak sever seni? Hangi insan evladı mutsuz olduğunu sadece bakışlarından anlayıp üstüne varmaz, yada çok keyifli olduğunu görünce seni daha mutlu etmek için şebeklikler yapar?
Peki bunların hepsini bir arada yapan bir insan evladı tanıyor musunuz? Hiç sanmıyorum!
Şimdi gelelim sana Esra Ceyhan! Umarım bu yazıyı okuma fırsatın olur. Okuman için elimden gelen herşeyi yapıcam! Gerçi konuya o kadar uzun bi giriş yaptımki, sana hitap ettiğim kısma gelene kadar en başta ne dediğimi unutacaksın, kafan karışacak, “bu kız ne anlatıyoki” diyeceksin. Çünkü senin kafan sadece "karısını döven adam", "evini terk eden kadın", "çocuğunu 8 yerinden bıçaklayarak hastanelik eden baba" gibi konulara çalıştığı için, daha doğrusu beynin sadece böyle reyting getirisi yüksek haberleri anlamaya yönelik programlandığı için ANLAMAMAN NORMAL olacak, hepimiz seni hoş göreceğiz!
Şimdi o saçmalıklardan ibaret ve tamamen senin yapmacık tepkilerinden oluşan programında, 16 yıllık kedisini kaybedip onun için mezar yapan adamla dalga geçtiğin, hatta öyleki haberi sunarken gülme krizlerine girdiğin ama malesefki kahkahalarından boğulamadığın konuya gelelim! Neydi o öyle yaa? Bu olayı bile reyting aracı olarak görüp, araya saçma sapan hocalar, sözüm ona doktorlar ve her zamanki gibi her söylediğine “padişahım çok yaşa” diyen arkaplan seyircileri serpiştirip, bu durumu yaşayan kişi için oldukça üzücü olan bu olayla gülmekten kırılarak dalga geçişin neydi? Tekrar tekrar izliyorum, bakıyorum, komik bişey göremiyorum. Bişey mi kaçırdım diye yine izliyorum, ama yok. Yani gülünecek hiçbir şey bulamıyorum. Gülmeyi çok seven biri olarak burda yüz kaslarımı yerinden oynatmama sebep olacak tek bir cümle yakalayamıyorum.
“Hadi canım sen de, mutlaka izlerken bişeyler hissetmişsindir” dersen, evet.  Kaşlarım çatıldı, yüzüm düştü, gözlerim doldu (nefretimden!), tüylerim diken diken oldu! Ama tabi bunlar senin ilgini çekecek kadar atraksiyonlu hareketler değil. En azından yerimden zıplamam(senin tabirinle "uçmam"), kendimi sandalyeden yere atmam, bağıra bağıra birilerine küfretmem ve olay mahallini terk etmem filan gerekirdi. Biliyorum yeterli değilim!
Şimdi kendimi düşünüyorum, Püre’nin evimize geldiği ilk günü, eşimle o günden beri onu ne çok sevdiğimizi ve ona ne kadar bağlandığımızı.. Ama bide görüyorumki o hayatımıza girdiğinden beri hala aynı insanlarla görüşmeye devam ediyoruz, sosyal hayatımız senin söylediğinin tam tersine çok daha keyifli ve eğlenceli. Yani aslında hiç de yalnız değiliz!
Dahası, Püre’nin hayatımıza girmesiyle birlikte diğer hayvanlara olan sevgimiz ve hassasiyetimiz de katlanarak arttı. İçgüdü denen şeyin aslında gözle görülebilir bir mucize olduğunu gördük biz onun sayesinde. Eşyaları önemsememeyi öğrendik, küçücük şeylerle nasıl da mutlu olunabildiğini gördük, ev içinde ordan oraya koşturarak saklambaç oynamanın keyfine vardık biz KIZIMLA. Evet kızım diyorum, belki konuşamıyo, belki biraz fazla kıllı, kuyruğu filan var hatta, ama o bizim ailemizin bir bireyi. 
Bir gün bir kız çocuğum olursa da o yine benim KIZIM olarak kalacak, ailemizi doğal yollarla terk edene kadar da hep yanımızda olacak. Bunları duymak sana keyif verecek ve hatta sesli kahkahalar atmana sebep olacak biliyorum ama, o bigün bizi terk ettiğinde ben de onun için mezar yapıcam, her nekadar bunları düşünmek zihnimi ve kalbimi çok yoruyo olsa da, onun için günlerce aylarca gözyaşı da dökücem!



Kusura bakma ben biraz fazla konuşurum, kelimelerle de aram senin bilgi dağarcığının yetmeyeceği kadar iyidir! 
Umarım okuduğunda ana fikri anlayacak kadar Türkçen, bunu hayatın boyunca sindirecek kadar vicdanın vardır!
Bol reytingli, çocuk kaçırmalı, adam kesmeli, kadın dövmeli programlar dilerim...

23 Aralık 2012 Pazar

Van Gogh haklı beyler.



Bugün kendimizi sanata adayalım, beraberinde klasik müzikle ruhumuzu besleyelim dedik. Patates köfte de bi yere kadar sonuçta.
İki ay önce, bütün Ankara'yı saran billboardların gazına gelip aldım biletleri. Yapılan reklamlar, sanki sergiye gittiğinde resimlerin içinde gezecekmişsin, buğday tarlasındaki kargaların peşinden koşacakmışsın, hatta Arles'teki Yatak Odası adlı resmin içindeki sandalyede oturup iki soluklanabilcekmişsin hissi uyandırıyodu kafada. Hadi diyelim sandalyeye oturamadın, en azından Vincent'ın odasında dolanıyomuş gibi hissedecekti gidenler.
Her resim için olmasa bile en azından oda oda bikaç bölüm gezip, resimleri odanın içine muntazam bir şekilde yansıtılmış olarak inceliycektik hesapta.
Ama gel görki sayın seyirci madalyonun diğer yüzü hiç de öyle reklamlarda gösterdikleri gibi değildi. Sırf sizin için gittim ve yerinde gözlemledim.
Resimler, duvarlara kaplanmış brandamsı kumaşlara projeksiyon yardımıyla yansıtılmıştı. Sanki googledan aratılıp, gelen sonuçlardan en düşük çözünürlüklü olanlar seçilmiş ve onlar da metrelerce kolonlara yansıtılmıştı. Bu yüzdendirki hiçbir resme yaklaştığımızda tam olarak ne olduğunu anlayamıyor, sadece pikselleri sayabiliyoduk.
Etraftaki tek ışığın resimlerden geliyo olması güzeldi ama karanlık sebebiyle flaşları patlata patlata her resmin önünde poz vermeye çalışan insan modellerinin olması oldukça sinir bozucu oluyo sergi gezintisinin ilk saniyeleri itibariyle! 
Hele bi teyze vardıki, tek tek üşenmeden bütün kolonları ve duvarları gezip, nerdeyse bütün eserlerin önünde kelle fotoğrafını çektirdi. Artık napacaksa ?!?!!?!? (bak mesela ben mekanın dışını kullandım poz vermek için, herkes memnun ben memnun:P)


Sonra, o cağnım resimlerin ortasından dumanı tüten trenler, fiti fiti dönen değirmenler geçirmiş, akıllarınca izleyiciler sıkılmasın diyerekten hareket katmışlar resimlere! Hangi akla hizmet adamın eserlerine kendilerinden bişeyler ekliyolarsa o da ayrı bi konu.
Bide girişteki bilet fiyatının biletixtekinden ucuz olması konusu varki o da apayrı bi tez konusu olabilir!

Özetle, bu dijital sergi olayı bana, hatta bize göre değilmiş(cümlenin içine her 30 saniyede bir oflayıp puflayan Erman'ı da dahil etme gereği duydum. Onu sergiye sürükleyerek hayalleriyle oynadım çünkü. Oda oda gezcez sanmış o da benim gibi, yazııııık :P)
Evde büyükçe bi duvar seçip, o duvarda kendi çapınızda bir power point gösterisi yaparak da üç aşağı beş yukarı buna benzer bişey elde edersiniz bence.

Tamam belki organizasyonu yerden yere vurdum ama nerden baksan 1 saat vakit geçirdim sergide. Tıpkı avantaj-dezavantaj konulu kompozisyonlarda olduğu gibi bu serginin de güzel yanları vardı. Sıra şimdi onlarda.
Fondaki müzik o kadar güzel, resimlerde kullanılan renkler o kadar enerji dolu, Vincent'ın kardeşi Theo'ya yazdığı mektuptan duvara yansıtılan kesitler o kadar etkileyiciydiki, cümleler arasındaki renklere olan aşırı takıntıyı çıkarırsak nerdeyse hepsi birer özlü söz gibiydi. 
Bu da onlardan biri mesela:
"İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç."

Adam haklı arkadaşlar:)
Mesele bakmakta değil, baktığını görmekte. Misal benim gözümün önünde bugünkü teyzenin kafasından başka bişey yok, ya sizin gözünüzde ne var? :)






  

O zaman da hepinize klasik müzik yumuşaklığında bir hafta diler, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden falan filan:)

Kazak: Adl
Etek: Batik
Bot: Hunter
Çanta: Zara
Mont: Stradivarius
Şapka: LCW çocuk
Papyon: papyon diil toka o :)

18 Aralık 2012 Salı

Kirlenmek güzel değildir aslında.



Dün az kalsın hakkın rahmetine kavuşuyodum, evet evet bu sefer ciddiyim.
39 derece ateş, 7-4 tansiyonla az kalmıştı kanatlanıp uçmama. Baktım tünelin ucu çok boktan bi yere çıkıyo hemen geri döndüm. 
Önüne ne koysalar yiyebilecek kadar öküz bünyeli ben, iki gündür hiçbişey yiyemiyor bide üstüne nerdeyse ciğerlerimi yerinden sökecek seviyede yediklerimi çıkarıyodum. Kiloda bi değişiklik oldu mu derseniz ı ıh, hiçbir halta yaramadı. Zayıflamak için boğazını parmaklamayı çözüm olarak görenler hemen vazgeçebilirler, ben ziyadesiyle onayladım!

Akşamın bi körü durup dururken cereyan eden bi olay bu. Birden üşüme titreme, içten yanmalı dıştan donmalı bi haller, battaniyelerin yorganların yetememesi durumu, bi mide bulantısı, bi adamsendecilik bi vurdumduymazlık.. 
Bütün geceyi kafamı klozete yaslayıp onunla arkadaşlık yaparak geçirdim.
Sonrası acil, serumlar, ateş düşürücüler, büzüşen mideyi toparlamaya çalışma seansları ve tabiki her hastalığın devamında gelen antibiyotikler..
Ben üşüttüm sanmıştım, meğer enfeksiyon kapmışım. Yani muhtemelen elimden bulaşan allahın cezası mikroskobik bi mikrop yüzünden bu hallere düşmüşüm, öğrendiğimde kalıbımdan utandım!

Beni soracak olursanız şu an iyiyim. Çeyrek inek yiyebilcek kıvama henüz gelemesem de toparlanıyorum. Evdeki tv kumandasını tuttuktan sonra bile gidip elini yıkayanlar mertebesine eriştim. Sürekli yıkanmaktan dolayı elimin tahriş olmasını, ojelerimin dökülmesini tabiki de midemin pörtlemesine, ateşimin burnum ve kulaklarımdan çıkmasına tercih ederim. Böyle de pozitif bi insanım allah beni kahretmesin:)

Dipnot: Kirlenmek güzeldir kim demişse kendisini bir de mikroplarla savaşırken görmek isteriz. 








  



   
Demekki ne yapıyomuşuz canlarım?
Sadece yemekten ve tuvaletten sonra değil, aklınıza geldikçe, sabun kokusunu özledikçe, mesela klavyede bişeyler yazarken gözünüz elinize takıldıkça, paraya dokunduğunuzda, falan filan..
Bence siz aldınız mesajı :)
Oldu çok sağolun.

Elbise: Mudo
Ayakkabı: ALDO
Mont: Stradivarius

13 Aralık 2012 Perşembe

Süspüs meselesi



Bugün yolda bi teyze gördüm, hani böyle annane babanne olduğundan yüzde binbeşyüz emin olunabilecek kadar tombik ve patates. Ellerinde market poşetleri, paytak paytak yürüyerek yokuş çıkıyo. Ama burda benim dikkatimi çeken esas şey bu değil. Yaşlı olmasına rağmen bi solukta o yokuşu çıkıyo olması da değil. Bunların hiçbiri değil, bunlar sıradan:P
Koluna, o kadar poşet taşıyacağını bilmesine rağmen, bitane kol çantası geçirmiş. Eteğinin altına giydiği çorabın renginde hem de. Yani herşey düşünülmüş, en ufak detaylarda bile özen var. Belki yeni nesil gibi iki kilo fondöteni boca etmemiş suratına ama o şerit halindeki dudaklarına şöyle bir tur ruj sürmeden de çıkmamış evinden.
Biz markete giderken en salaş en paçoz kıyafetlerimizi seçerken, o hem kendine hem de etrafındakilere duyduğu saygıyı böyle belli etmiş.
Evdeyken en dizi çıkmış pijamayla dolaşıp, gezmeye çıkarken saatlerce ayna karşısında vakit geçirirken biz,
o böyle evde de dışarda da özenli olmayı yaşam felsefesi haline getirmiş.


Geçen sene tonton mu tonton teyzenin biri, hayata bakışımı derinden sarsacak bi kesit sunmuştu bana hayatından.
Yıllar önce vefat etmiş eşi. Çok yakışıklı bi adammış anlattığına göre. E teyzenin de maşallahı var, cami yıkılmış ama mihrap yerinde derler ya, hah işte o hesap. Gözler çakmak gibi.
Bu teyze evin içindeyken de hep düzgün giyimli bi şekilde dolaşır, saçlarını fönler, hiç makyaj yapmasa dahi o meşhur pembe rujunu sürermiş dudaklarına. Eşini sabah bu şekilde işe yolcu eder, akşam da yine aynı parlayan yüzüyle karşılarmış onu. Deymeyin amcanın keyfine yani:)
Sonra bi sabah teyze çok üşenmiş süslenmeye. Üşenmiş dediysem yine grantuvalet giymiş üstünü, saçını başını da düzeltmiş, ama ruj sürmemiş. Amca uyanmış, karısını sarılıp öptükten sonra da ilk işi "Hanım bu ne hal, çok solgun görünüyosun, insan iki ruj sürer dudaklarına, iki allık vurur yanaklarına" demiş. Bunun üstüne teyze çok utanmış, koşa koşa gidip rujunu sürüp gelmiş kocişinin yanına:)
Onlar ermiş muradına <3
ve o gün bugündür de bu teyze rujunu sürmeden asla evinden çıkmamış. Yıllar sonra eşini kaybetmiş, ama o düzeni asla bozmamış, rutininin dışına hiç çıkmamış. 
"Markete bile gitsem rujumu sürer, saçımı tarar öyle çıkarım evden" dedi ^,^

Bir güzellik merkezinde karşılaştım ben bu teyzeyle. Bir insanın kendine bakmasının ne kadar güzel olduğunu anlatma ihtiyacı hissetmiş ki yanıma gelip bunları anlattı bana:) Halbuki o gün, bir Angelina Jolie gibi olmasa da efendi gibi dudak nemlendiricimi sürmüş, saçlarıma da dalga yapmıştım ama, ruj sürmediğim için kafayı takmış demekki bana:)












Dipnot: Yukardaki hikaye ve diyaloglar tamamen teyzeden alıntıdır. 
Evet evet inanmazsınız ama gerçekten de insanlar bir zamanlar birbirleriyle böyle konuşuyomuş. Tiyatro oyunu filan değil yani. Hanımlı beyli, biri karşısındakine bişey söyler, öteki ciddiye alıp dinler ve bundan kendine fayda çıkarmaya çalışırmış. 
Trip atıp surat asmak henüz icad edilmemişmiş o zamanlar.

Buda böyle bi anımdır. Yolda benzer bi teyze görünce aklıma geldi, paylaşiyim dedim:)
Hepinize bol rujlu ve bakımlı günler dilerim bebeklerim. 
Beyler siz de sevgililerinize iyi davranın, evet belki sabah uyanınca saçları bulaşık teli gibi karışık olabilir, evet makyajsız hortlak gibi görünüyo da olabilir, ama özünde iyi bi insan, öyle düşünün, varmayın üstüne:)

Öperim.

Kazak: H&M
Tayt: Çayyolu pazarı
Bot: Zara
Bileklik: Markafoniden
Mekan: Karacasu Yaylası - Bolu

7 Aralık 2012 Cuma

Kütüklü köy



Bu aralar havalar soğuk, hatta öyleki ne giysem derdinden çok kaç kat giysem derdindeyiz biz Ankara ahalisi olarak. 
Battaniyenin kucağa, ayakların kalorifere, sahlepin battal boy kupaya yakıştığı günler yaşıyoruz ve yaşayacaklarımızın henüz sadece başındayız!
Evet havadan sudan bahsedicem bugün nolmuş?
Ama temiz havalardan, doğal kaynak sularından bahsedicem.
Temiz hava almak anlayışı pencereyi açıp içeriyi havalandırmaktan ibaret olan, yada sigara içenler için ayakta bikaç dakika dikilip, temiz olan iki gram havayı da pisletip onu da içine çekmekten ibaret biz ölümlüler için gerçek olamayacak kadar güzel şeyler.

Mesela öyle güzel yerler varki, insanın elini eteğini bütün herşeyden çekip orda yaşlanası geliyo.
İşte ben tam olarak o yerlerden birinden bahsedicem.
Sabah güne kuş sesleriyle başlanan (evet evet yanlış duymadınız, hala uçan kuş görme imkanımız var bazı güzel iklimli yerlerde!),
perdeyi aralayınca adeta uçuyomuşsun hissi veren bir sis bulutunun üstünden en yeşil manzarayı sana sunan,
kahvaltı denen dünyadaki en muhteşem şeyin binbir çeşidini en organiğinden tatmana ve hatta zaman zaman lezzet patlamaları yaşamana sebep olan,
garsonların sana acıyan gözlerle bakıp, hatta bununla da yetinmeyip "ya ben sizin gibi şehir insanlarına acıyorum, ne işiniz var oralarda, bu mis gibi havayı doğayı bırakıp nasıl dönceksiniz şimdi?" soru cümlesiyle seni bütün standardlarından soğuttuğu,
sen etrafındaki güzelliklere salyanı akıtırken arka planda beynini sürekli olarak "burası senin evinmiş meğersem" telkinleriyle aslında oraya ait olduğuna ikna etmeye çalışan,
suyun bile isterse bi lezzetinin, kendinden bi aromasının olabildiğini kanıtlayan,
etin et, kaymağın kaymak, yeşilin binbeşyüz ton olduğu bi yer var, ben biliyorum.
Bolu'da Karacasu köyü 








  



Tabi her gittigin yerde battal boy kupada sahlep bulma şansın yok! Kağıt mağıt, tadını çıkarcaksın artık:)

Sweat: Asos
Jean&Mont: Stradivarius
Bot: Zara
Şapka: H&M
Jean yaka: Eski bi elbisemden kestim:)
Kösele çanta: Bodrum'da bi deri atölyesinden
Güneş gözlüğü: Zerouv

Hediye duyurusu: Ha bu arada güzeller güzeli ikiz kız cocuklarının (evet evet betwinus) kıpkırmızı Armani Jeans çanta hediyesine sahip olmak isteyenler şuraya koşsun hemen:)